30 Kasım 2010 Salı

Ben Müzisyen miyim ?


Geçenlerde bir film seyrettim. 17 yaşındaki Amber, elinde hocasının hediyesi olan gitarı ile otobüse biner. Cam kenarındaki koltuğa gitarını yerleştirdikten sonra yanına da kendisi oturur. Yolculuk başlar başlamaz sol taraftaki koridorda oturan küçük kız, Amber’a sorar “ Sen müzisyen misin ?”. Amber’in bu soruya cevabı hayır olur. Küçük kız yine sorar “ Peki o zaman neden gitarın var?”. Bu arada söz konusu gitarın vintage bir Martin olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Bu sahnenin benzerini evde oğlumla yaşadım. Anne sen müzisyen misin diye soran oğluma hayır deyince oda “ Peki neden bu kadar çok gitarın var o zaman?” diye sordu. 12 tellisinden tutun da, elektroya, klasikten çelik telli elekro akustik gitara kadar evde tam tamına beş adet gitar mevcut. Hatta şu sıralar Al Di Meola imzalı bir Ovation’la platonik aşk bile yaşıyorum. İnşallah birleşeceğiz yakında. Peki ben kendime neden müzisyen diyemiyorum ?

Müzisyen olmak için bunu bir iş olarak mı yapmak lazım ? İnsan sadece sevdiği için müzikle uğraşırsa ve bundan para kazanmazsa o zaman müzisyen olmaz mı? Peki benim gecem gündüzüm, yediğim içtiğim, attığım her adım, aldığım her nefes müzikse eğer, ben kendime neden “müzisyen” diyemiyorum ? Okullu olmadığım için mi ? Nota bilmediğim için mi? Peki ben daha kendime müzisyen diyemezken , etraf bana nasıl desin? Onaya mı ihtiyacım var ? Kimin onayına ihtiyacım var ? Onaylanmaya ihtiyacım mı var???

Sevgiyle kalın....

27 Kasım 2010 Cumartesi

Birbirimizi Öteki Yapmak

İstanbul’un en yüksek eğitimli insanlarının yaşadığı bir semtteyim. Hem de en eski semtlerinden birisinde. Evlerden piyano seslerinin yükseldiği, mangal partilerine aryaların eşlik ettiği bir semtteyim. 40 yıldır aynı evde oturan, 40 yıldır birbirleriyle komşuluk eden insanlar yaşıyor bu semtte. Huzur bozacak sonradan görmelere, sonradan gelmelere göre bir yer de değil burası; aşağı yukarı benzer aile yapıları, benzer eğitimler, benzer meslekler. 40 yıldır bu mahallede oturan ailelerin çocukları büyüyüp başka semtlerdeki evlere yerleşirken, kendilerine benzer ailelerin çocukları da başka mahallelerden kalkıp buraya gelmiş ve yerleşmiş haldeyiz.
8 yıldır bu mahallede oturuyorum. 8 yıldır da birbirimizle çay içerken, kapı önünde sohbet ederken, yolda selamlaşırken, birbirimizin çocuklarını/torunlarını severken, kayıplarımızda başsağlığı dilerken, mahallenin yaşlıları gençlerine tavsiyelerde bulunurken, ülkemizin politik olarak “ötekileştirilmiş” azınlığı olmamızın en temel nedeninin, birbiriyle komşuluk eden insanların yaşadığı bu mahalle dekorunda aslında birbirimize hiç saygımız kalmamasının olduğunu ne yazık ki acı bir şekilde görüyorum.

Ey komşum,
Ortak ödediğimiz vergilerle yapılan bu sokaklarda sen evinin önüne bir trafik kukası koyarsan, yan komşunun arabasını yarım metre senin yerine kaydırmasına tahammül edemezsen, kızın yaşındaki komşuna kendi kızına söylenmesini asla kabul edemeyeceğin sözlerle hakaret edersen, yakında politik sembollere bile ihtiyacımız kalmayacak.
Ey komşum,
Sokağın başındaki konteynera kadar 15 metre yürümeye üşendiğin için, çöpünü kimsenin görmediği saatte benim apartmanımın duvarına bırakmaya devam edersen, komşuluk dayanışmasına ihtiyaç duyduğun bir anda da benim kılımı kıpırdatmam için hiçbir nedenim olmayacak.
Ey sokağımdan geçen dostum,
Köpeğinin kakasını benim çocuğumun parka giderken yürüdüğü kaldırımın üzerine bırakmaya devam edersen, benim çocuğum senin çocuğunla beraber yaşayacağı gelecekte birbirine bok atmayı normal mi sayacak???

26 Kasım 2010 Cuma

Ne Zaman Büyüdüm?

Yalnız olduğumu anladığım zaman...
Annem babam var ama artık ben “kazık” kadar bir insanım deyince ve onları üzmemek ya da onların dedikleri ile üzülmemek için onlardan bile sakındığım sırlar tutmaya başlayınca.
Çoluğum çocuğum var ama “ben onlar için varım, onlar benim için değil” dediğim zaman..kendimden öte onları koyduğumda.
Erkekleri sevdiğim ama onların aslında benim vereceklerimin sadece küçük bir kısmını istediğini ve geri kalanını umursamadığını anlayınca...ya da karşıma çıkanların şimdilik aksini ispat edemediğini görünce...
Ve hayatı her türlü dalgasına rağmen sadece kendi irademle, kendi kendime, dalgaya alabildikçe, dalgalarda seyredebildikçe ve bütün bunları farkettikçe de tatlı bir gülümsemeyi becerebildikçe büyüdüğümü anlıyorum...

25 Kasım 2010 Perşembe

İçimdeki Çocuk Hadi Çık Ortaya

Çocuk yogası ile ilgili bir workshopa katılmak için yola çıktım. Bu kez yolculuk Milano’nun bir köyüneydi. Uçağa bindiğimde şunu biliyordum ki bu yolculuk sadece çocuk yogası üzerine değil, içimdeki çocuğa bir yolculuk olacaktı.

Farklı hayat hikayeleri ve meslekleri olan 25 kişi ile Miri Piri adındaki eski bir taş evde bir araya geldik. Hepimiz o an farkında değildik ama hep beraber oyun oynamak için buluşmuştuk.

Ve oyun oynamaya başladığımız anda herkesin içindeki çocuk ortaya çıkmaya başladı, bir rahatlama oldu ve herkesin içindeki gerçek neşe ortaya çıktı. Çocuklar gibi oyun oynuyorduk.

İki çocuk annesi olarak ‘çocuklarımla hiç böyle oyun oynamış mıydım?’ diye kendime sordum ve bir an içim burkuldu. Çocuğum istiyor diye oynadım, oyun oynamanın çok faydalı olduğunu bildiğim için bir görev gibi oyun oynadım. Bazen canım sıkıldı, başka bir şey yapmak istedim yani kendim için oyun oynamadım.

İçimizdeki çocuğu ne kadar da çok hapsediyoruz, kapatıyoruz. Halbuki o orada ve dışarı çıkmak istiyor. Büyük, küçük herkesin ihtiyacı oyun oynamak. Büyüdükçe oyunu farklı oynamaya başlıyoruz. Oynadığımız oyun sıkıcı esasında. İşe giriyoruz, para kazanmaya çalışıyoruz ve tüketiyoruz. Hatta sanal oyunlarla avunmaya çalışıyoruz. Bunları yaparken anlık zevk alıyoruz ama daimi neşe, mutluluk yok. Paylaşım var gibi gözükse de bedensel bir enerji ortaya çıkmıyor, tam tersi hapsedilmiş oluyor. Sonra dönüp mutluluğu aramaya başlıyoruz. Sebebini bulmaya çalışıyoruz. İçimizdeki neşeyi nasıl dışarı çıkaracağımızı bulmaya çalışıyoruz. Komplike düşünüp, zor yollardan bunu elde etmeye çalışıyoruz.

Zamanın çocukları bizim çocukluğumuzdaki gibi oynamaz diyenler için Miri Piri’de çok güzel bir deneyim yaşadım. 4, 9 ve 11 yaşlarında üç çocuk kağıttan uçaklarla saatlerce, bıkmadan oynadılar. Etraflarına neşe saçtılar. Oyun basit ve özdü ve belki de bu yüzden oyun oynamaları uzun sürmüştü.

Kendi hayatımıza bir bakalım. Hiç basit ve öz bir şeyden zevk almadığımız oldu mu? Mesela kumsalın üstüne bir havlu serip uzanmak, nehire girip yüzmek, şelale altında durmak, güneşin doğuşunu seyretmek, dans etmek, şarkı söylemek, taş üstüne resim yapmak, ağaçtan dut toplamak, dolunayda denize girmek, yalın ayak doğada yürümek, sabah 4:30 da kalkıp doğada yoga yapmak ... Bu sırada bu yaz bunların hepsini ben yaptım J

Bunları yaparken kalbimize dokunmuyor muyuz? Benim kalbim çok kuvvetli bir şekilde attı. Çok mutlu oldu. Duygularım coştu. Doğayla bütünleştim.

Oyun oynamakla da işte böyle kalbimize dokunuyoruz. Sadece “O an” da olup oyun oynamak, bütün dertleri bir kenara atmak, samimi, sıcak bir iletişim kurup oynamak, paylaşmak, dokunmak, hissetmek, oyuna dahil olmak, yöneten-gözetleyen değil oynayan olmak, pasif değil aktif olmak, enerjinin dışarı çıkmasına izin vermek.

Bayramda ailemle birlikte anne-babamın evinde muhteşem bir hafta geçirdim. Oyunlar oynadık ve sadece “O an” da olduk. Her bir andan müthiş keyif aldım.

8 yaşındaki yeğenim Sim o haftanın sonunda bana dedi ki “Seninle olmaktan ilk defa zevk aldım. Sanki seni yeniden tanıdım.”

Sim’in bana söylediği bu cümle işte bunun kanıtı. İlk defa çocuklar gibi çocuk oldum. İçimdeki çocuk ortaya çıktı!!!

Ne bekliyorsunuz hadi gidip OYUN OYNAYIN J

Fotoğraf: Semih Yalman

24 Kasım 2010 Çarşamba

When Was the Last Time You Did Something For the First Time?


Dün?...Geçen hafta?...Geçen ay?...Geçen yıl?....Ne hissettin?


Yoksa hatırlamıyor musun?... Ne hissediyorsun?


Neyi bekliyorsun?...


When will be the time, you will do something for the first time?




20 Kasım 2010 Cumartesi

Kek tam dört günlük olmalı !!!

Telefonda konuştuk, "sakın oyalanmayın, hemen gelin" dedim. Dedim ama, balkonda, şu anlaşılmaz olduğu kadar tadına doyulmaz Kasım güneşinde kitabımı okumaya da devam ettim. E sonra misafir geleceği dank etti. Mutfağa baktım. İkram edilebilecek tek şey, dört gün önce pişirilmiş kek. Yenisini yapmaya vakit yok. O halde ben de değişik bir şey hazırlarım. Buyrun tarifi:

Çikolatalı pudingi pişirirken, dört gün önce pişirilmiş olan limonlu keki önce bir bıçak yardımıyla iri iri, daha sonra bir çatal yardımıyla ince ince ezeceksiniz. Kek, üç günlük ise olmaz, bir gün daha bekleyeceksiniz mecburen :) Pudingin kaynamasını beklerken tencere başında boş boş mu duracaksınız? Elbette hayır, mutfağı keşfe çıkacaksınız. Uzun süredir kullanılmayan ne var diye bakacaksınız. Zencefil ! Biraz rendeleyebilirsiniz, neden olmasın. Portakal kabuğu rendesi vardı, hani yardımcımız Dr.Oetker'den önce kek yaparken kullandığımız, işte ondan da bir tutam. Haşhaş tohumu. İşte bu çok önemli. Zira bir kısmı dört günlük kekin içinde demlenmiş olmalı, bir kısmını da tazeden (!) koymalısınız. Önceden bir kasede fındık, badem olacak, puding kaynamadan onlardan da koyacaksınız. Puding kaynadıysa artık keşif turunu bitirip, eldeki malzemeyle yetineceksiniz. Atın buzluğa, siz misafiri hoşgeldin beş gittinle oyalarken kendine gelsin biraz. Dr.Oetker limonlu kek paketinden çıkan limonlu glazürü de üzerine döktünüz mü işte size nefis bir ikram.

Bir gün, hayata dair farkındalıklarımızı paylaşmak üzere yazdığımız bir blogda yemek tarifi vereceğim aklına gelmezdi... Meğer içimde bir Emine Beder saklıymış... N'ooooldu 16 yıllık iş hayatı, toplantılar, bütçeler, seminerler, sunumlar, kararlar, imzalar...??? İtiraf ediyorum, bütün o toplantılar sırasında eve gidip kek, börek, poğaça yapmak geçiyordu içimden.

Sonuçta hazırladığım tatlının (ne isim vereceğimi bilemedim, kek desem olmaz, pasta hiç değil), çoğu dün bitti. Ama siz yine de geleceğinizi önceden haber verin. Ben de Dr.Oetker'i yardıma çağırayım.

16 Kasım 2010 Salı


Kor ateşi akşamların
Rakıdaki buz olmasa !

İyi Bayramlar

14 Kasım 2010 Pazar

Hayat Sana Teşekkür Ederim

Sezen’in (Aksu) her dönemime uygun düşen bir şarkısı vardır..

Taaa, orta 2'de ilk aşkımın bana artık yeterince ilgi göstermediğine inanıp, kendi iç acımı “Git” şarkısı ile yatıştırmaya çalışmıştım. Minik bedenime o zamana göre ağır gelen sancılar içerisinde (şimdi düşününce gülümsemeden edemiyorum), hiç bir açıklama yapmaksızın ayrılmak istediğimi söyleyivermiştim.. Sanırım, ilk sancılı ayrılık kararımdı :)

Geçen gün, ayrılma kararı almanın, dalgalarla boğuşarak, bir o yana bir bu yana yalpa yapa yapa ilerleyen teknenin artık yeterince güvenli olmadığına inanıp, ne olacağını bilmeksizin, denize atlamaya benzediğini düşünürken buldum kendimi. Şaşırtıcı geldi önce ama biraz daha düşününce anlamlı olmaya başladı benzetme. (Her şeyi dönüp dolaşıp denizle anlatıyorum, takıntılı mıyım diye sordum kendi kendime :) ). Sanırım yaşadıklarımı bu şekilde daha iyi anlıyorum .. onun için sorgulamayı bırakıp, düşünmeye devam ettim)

Birliktelik bu benzetmede tekne ise, ayrılık da tekneyi bırakıp denize atlamak gibi. O zamana kadar teknede yaşadıklarını, şakalar, gülüşmeler, sancılar, üzüntüler dolu bir sürü anıyı, sağına soluna güzel gözüksün diye taktığın süsleri, verdiğin tüm emekleri, hepsini bir kalemde, bir atlayışla bırakıp gidivermek. Hareketin kendi çok kolay da yapmaya karar vermek ne kadar zor.

Hiç kimse, “Ayy, cok fena anılar yaşayacağım. Aldığım gibi de satarım ben bu tekneyi” diye bir şey almaz hayatının içine.. Pembe panjurlu hayallerden, soğuk sulara atlayışa kadar geçen, zamandan bağımsız, uzuuun bir süreç…

Tekneden atladıktan sonra artık yalnızsın soğuk suların içinde.. İşte o soğuk sular, atladığın teknenin gidişine hüzünle bakakalmışken, yüzmek gerektiğini hatırlatır sana. “Hayat devam ediyor, hadi yüz, hayata baska türlü karışmak icin atlamadın mı suya” der.. Hüzün gitmese de bir süre, yüzmek için kollar başladı mı hareket etmeye, yüzme zamanla ritmini bulur.

Sen yüzerken kendi dünyanın içinde, bir kara parcası gözükür ilerilerde bir yerde. Kara parçasına vardığında fark edersin ki yenilenmiş, değişmişsindir. İçinde bulunduğun tekneyi bırakmış, denize atlamış, karaya kadar da yüzmüş, biraz yorgun biraz şaşkın ama daha kaslı biri olarak basarsın toprağa.. Yeni bir ben keşferek, ilk adımlarını ürkekçe atarsın..

Sonra Sezen’in bir şarkısını duyarsın sana uygun. Fark etmeden, o şarkıyı mırıldanarak karışırsın hayata sanki hiiiiç bir sey olmamış gibi..

Hayat sana teşekkür ederim.. (http://sezen.onlinecosmos.com/albumleri/a15.htm#11)

Şimdiden herkese mutlu bayramlar..

12 Kasım 2010 Cuma

KISKANMAK ÜZERİNE

Adına, kapak resmine ve üzerindeki “Latin Dünyası’nın en çok satan yazarlarından” ibaresine aldanıp tam bir plaj kitabı olduğunu düşünerek almıştım: YOLA SENSİZ DEVAM ETMEK. Terkedilen kadın romanı işte!!! Bir Marquez romanı beklemiyordum elbette, pembe dizilerden hallice bir roman arayışındaydım. Yanılmışım. Üç çocuk ve üç yetişkin olarak gittiğimiz tatilde, gece yarılarına kadar süren sohbetler bitse, herkes yatsa, ben de payıma düşen salondaki çekyatı açsam ve kitabı okusam diye sabırsızlanır oldum.

Yola Sensiz Devam Etmek, iyi bir roman sayılmaz, ancak ilişkiler üzerine çok doyurucu metinlerden oluşan bir kitap. Baş kahraman bir terapist. Danışanları ona genellikle sorunlu ilişkileri için geliyorlar. Onun ise düzenli bir aile hayatı var. Amma velakin bir gün kocasının ihanetini öğreniyor. Ve kendisini bir anda danışanlarının koltuğunda buluyor. Kitapta ilişkiler üzerine bir çok metin var: evlilik ilişkisinin bittiğini kabullenmek, çocuklarıyla ilişkileri, yeni aşklar, oğlunun kız arkadaşından ayrılması derken, bize bütün bu metinler başkahramanımız olan terapistin danışanlarıyla, asistanıyla, kendi terapistiyle konuşmaları ve bir dergiye yazdığı, bir gün kitap haline getirmeyi planladığı yazılarıyla veriliyor.

Kitaptan bir çok bölümü bir kaç kez okudum. En çok okuduğum bölüm ise kıskançlık ile ilgili olan bir bölüm (sf.197).

“Her çiftte boşluklar vardır ve bu normaldir. İlişki herkesin her ihtiyacını karşılayamaz. Her zaman birinin dışarıda araması gereken bir şey vardır, bunun anormal ya da kaygı verici olması gerekmez. Sınırlı varlıklarız, eşimiz için her şey olamayız. Bu durum çoğunlukla kendi güvensizliğimizi uyandırır. Bizden daha yeterli, daha bütün, daha tatminkar biriyle karşılaşması korkusu ortaya çıkar.

Buradan, o kişiyi bulduğu kuşkusuna sadece bir adım vardır; küçük bir jest, tek bir sözcük.

Sonra da sanki bu çözümmüş gibi ihtihyaç duymaya, istemeye, gözünü üstümüzden ayırmamasını talep etmeye başlarız. “Tüm yaşamı olduğumuzu” göstermesini isteriz. En önemli olmak da yetmez, kıskançlık gözümüzü kör ettiği için “biricik önemli şey” olmayı isteriz."

Eşimi kıskanmadığıma bir türlü inanmayan, evliliğimizin yoluna girmesi için en azından kıskanıyor numarası yapmam konusunda ısrar eden çok sevdiğim eski kayınvalidemle de, kıskançlığın aslında kişinin kendi zayıflığı olduğu konusunda belki bir gün anlaşırız.

Her tür ilişki konusunda biraz düşünmek isteyenlere bu kitabı tavsiye ederim. Özellikle kitabın roman kurgusunun ana teması olan sadakatsizliğin nasıl ortaya çıktığı sizi de sanıyorum şaşırtacak.

Bu da kitabın tanıtımından bir alıntı: “Her gece güneş olmadığı için ağlarsan, gözyaşların yıldızlardan zevk almanı engeller.”- Rabindranath Tagore

10 Kasım 2010 Çarşamba

“Dünyayı Kurtaran Adam” Şoförüm!

Hiç böyle olacağını düşünmemiştim...hatta bir şoför fikri oldukça itici gelmişti ne yalan söyleyeyim ancak bir vesile ile bu rahatı yaşayınca da bırakmak imkansız...Büyük şehir insanı ne kadar yoruyor ve biz yük üstüne yük bindirmeyi seven kurumsal dünyanın ve evlerimizin hırslı kadınları görevleri delege ederken ne kadar da çekimseriz...ne kadar az talepkarız aslında kendi rahatımız için..ya da belki ben böyleyim...bazen mazoşist olduğumu bile düşünüyorum inanın. İyi ki varsın şoförüm...Sen benim dünyamı kurtaran adamsın!

9 Kasım 2010 Salı

Ey Güzel İnsan Taksi Şoförü !


Ey güzel insan ! Şahane insan taksi şoförü, neredesin ? Yada nerede senin gibi insanlar ?

O gün , arabamı sattığımdan beri çokça yaptığım üzere, arkadaşımla beraber bir taksi çevirdik. Bindik, indik. Para alışverişi tamamlandıktan sonra, iyi günler dileyip kapıyı kapatacakken o güzel insan bize “ İyi, güzel, bol şans dolu bir hayat dilerim “ dedi.

Hadi bakalım. Buyurun buradan yakın. Adam “gün” den geçmiş, “ güzel hayat” diliyor. Öylesine bir dumur haline girdim ki, kapıyı kapatırken ağzımdan yarım yamalak, şaşkınlıkla karışık bir” sağolun, size de “ çıkabildi ancak. Bir sonraki sahnede arkadaşımla birbirimizin suratına bakıyor ve şöyle diyorduk;

“Duydun mu ne dedi adam” ???

Öylesine alışmışız ki suratsız, mutsuz, kavgacı, her ortamda öfleyip püflemeyi adet edinmiş insanlarla çevrili olmaya. Aradan böyle numuneler çıkınca haliyle dumur olunuyor tabi. Aslında normalde olması gerekene şaşırıyoruz. Ne yazık. Vay halimize.

Ama benim hala ümidim var. Bu adam günde, mesela, yirmi kişi taşısa, onun bu sevgi dolu bakışı o taşıdığı yirmi kişiye yansısa, o yirmi kişide on kişiye yansıtsa, o on kişi de .......

Çok mu “halamın bıyığı olsa “ oldu acaba ?

Sevgiyle kalın.

7 Kasım 2010 Pazar

İlk Adım

İnsan dostundan ne bekler ki? Sevilmeyi, olduğu gibi kabul edilmeyi, doğruyu yanlışı bildiği gibi söylemesini, hayatlarının kesiştiği noktaları keyifle geçirmeyi, her şeyin anlaşılmadığı zamanlarda bile karşıklı konuşmayı, birbirini dinlemeyi ve birlikte eğlenmeyi.. İş bu kadar basitken, yeni dostluklara yelken açmak bazen ne kadar zor oluyor.. Bir kez öğretmişler, belli bir yaştan sonra dostluk kurmak zordur diye.. O zaman yeniyi denememek ne kadar kolay oluyor. Halbuki, her güzel olan sey biraz emek gerektirmez mi ?

İşte bunları düşüne düşüne ortak yolculuğumuz için yola cıktım. İçimde bir kıpırtı, tatlı bir heyecan, “Acaba nasıl olacak?” diye düşünmeden edemiyordum. Bir yandan da endişe havuzu kendi kendine dolup boşalıyor.

Yüzüme kocaman bir gülümseme koyup, “Her şey güzel olacak” diye düşünerek bindim tekneye. Balıkçılıkta, güzel bir tabir vardır, “Attım ağzına, gitsin boğazına” diye. Bilinmeze yaptığım ilk adımlarda, iyi niyetlerimi kısaca kendime hatırlatmak için kullanırım.

Sonuç ortada :) Her şey o kadar hızlı ve kısaca oldu ki.. Bir iki kaçamak bakis, samimi bir kaç soru ve tedirgin verilen yanıtlar ama sonunda hep kocaman bir gülümseme.. Aslında yok birbirimizden farkımız.. Hepimizin istediği güzel bir tatil ve olursa sonrasında da devam eden dostluklar..

Çok daha fazlası oldu..

“Aman ne iyi etmişiz”.. “Aman pek güzel düşünmüşsün Burcucum”

Sevgiyle kalın..

6 Kasım 2010 Cumartesi

Bir Varmış Bir Yokmuş

Geçenlerde çok tuhaf bir gün deneyimledim. Adeta koca hayatı bir günde yaşadım. En acısı, en tatlısı ile aynı gün içinde. Nişantaşı’na gittim; önce Amerikan Hastanesine. Çok sevgili arkadaşlarımız Erkhan ve Beyza’nın ikiz bebekleri Melis ve Berk’e hoşgeldiniz demeye. Anne ile babanın mutluluk ve heyecanları gözlerinden okunuyordu. Anne tüm ağrılarını unutmuş, bebeklerini birer birer kucağına alıp sanki bakmaya doyamadan emziriyor, baba da fotoğrafları hangi açıdan çekeceğine karar veremiyordu. Mutluluk telaşı ve yeninin heyecanı odanın havasındaydı. Onların bu özel mutluluğunu paylaşmak da benim için ayrı bir mutluluk ve gurur kaynağı olmuştu.

Hastaneden sonra ise yine Nişantaşı’nda bir eve, yakın arkadaşım Aslı’nın annesi Ayla Teyze’nin duasına gidiyordum. Ev, ailesi, akrabaları, dostları, komşuları, eşi, kızı ve onların arkadaşları ile dolmuştu. Herkes acılıydı ama kasvetli bir hava yoktu. Özellikle eşinin ve kızının gözlerinde derin bir sevgi okunuyordu. Meğer o gün aynı zamanda Ayla Teyze’nin doğumgünüymüş ve sevdikleri ona adeta bir parti hazırlamışlar. Eller açıldı, dualar okundu, gözyaşı döküldü ve sessiz sedasız uykusunda veda eden Ayla Teyze’ye Allah’tan rahmet dilendi. Geride kalan bizler, Ayla Teyze için elimizden ne gelirse onu yaptık, onu sevgi ve saygıyla andık.
Aynı günde bir doğum, bir ölüm. Aynı günde kim bilir kaç kişi dünyaya gözünü açıyor, kaç kişi kapatıyor? İlk nefes ve son nefes. Aslında hepimiz için iki tarih de belli. Arasını nasıl doldurduğumuz önemli. Biz sadece ilkini biliyoruz: doğduğumuz tarihi. Acaba ikinciyi de bilseydik, arasını doldurma konusunda daha mı bilinçli ve titiz olurduk? Bu dünyadan ayrılmadan geride anlamlı bir şey bırakma çabasına mı girerdik yoksa herşeyi boşverip günümüzü gün mü ederdik? Kendimize ve sevdiklerimize nasıl davranırdık? Her dakikanın hakkını vererek yaşamak nasıl olurdu? Manevi dünyamız nasıl etkilenirdi? Kendimizi öleceğimizi bildiğimiz tarihe ve o tarih sonrasına nasıl hazırlardık?
Tüm bu sorulara cevaben, şu ankinden daha olumlu olurdu diyorsak eğer, unutmayalım ki aslında önceden belirlenmiş bir tarihten sadece bizler haberdar değiliz. Bu, gerçekte neyi değiştirir ki?

5 Kasım 2010 Cuma

Kendi Bedeninde Mutlu Olmak

Yarın, Türkiye’de yaşayan yabancı bir arkadaşımın kırkıncı yaşgünü. Ailesinin ve yakın arkadaşlarının uzaklarda olduğunu bildiğimden, hediye açma zevkinden mahrum kalmasını istemedim. Burcu’nun geçen yıl benim için hazırlamış olduğu hediyenin çok benzerini ben de ona hazırladım, bir sürü ıvır zıvırı, “tecrübeli bir kırk yaş üstünden hayatta kalabilmek için önerilerle” birlikte koca bir paket yaparak götürdüm. Ivır zıvır derken, gerçekten ıvır zıvırı kasdediyorum: hayatta bolluk dilemesi için bir nar, sağlıklı beslenmesi için bir elma, nazar değmemesi için bir nazar boncuğu...arada bir-iki tane de kayda değer hediye.

Kahvelerimizi içerken 40 yaşında olmanın ona ne ifade ettiğini sordum. Üç-dört cümle söyledi ki en sonuncusu çok çarpıcıydı: KENDİ BEDENİNDE MUTLU OLMAK: “Gençken, hep daha farklı olmak isterdik, daha farklı birisi olmadığımız için üzülürdük. Şimdi ise olduğumuz kişiden memnun olmayı öğrendik ve mutsuzluklarımız sadece dış faktörlerden kaynaklanıyor.”

Kendimi düşündüm. Biraz farkla beraber, benim için de doğruydu bu. Kendi bedenimde mutlu olmayı öğrenmek ise hiç kolay olmamıştı.

Çocuk sahibi olduktan sonra, daha farklı birisi olma arzum azalmıştı ama içimdeki iyi kız ve kötü kız anlaşmazlık giderek artıyordu. İyi kız herkesle ve herşeyle uyum sağlayan yanımdı. Kötü kız ise gerçekte ne istediğimi sorgulatıp duruyordu. Büyüdükçe,yani iyi kızla kötü kızın çekişmeleri arttıkça, etrafıma verdiğim tepkiler daha sert olmaya başladı. Boşandım. Hayatımda verdiğim en zor karar oldu. Ama herşeyin de başı bu oldu.

Kötü kız ilk kez galip gelmişti. İyi kız ilk kez kötü kıza boyun eğmişti, “sen haklısın” diyebilmişti. Sonra yaşanması belki de kaçınılmaz olan süreç başladı. İyi kız, pek çok şeyi yakıp yıkmak zorunda kaldı. Yanlış yazmadım, yakıp yıkmak zorunda kalan IYI kızdı. Kötü kızın ise sadece bazı isteklerinden fedakarlık etmesi yeterli olmuştu. Ailemle ilk kez kavga ettim. İşimi bıraktım. Başta kendi ailem, daha sonra da işyerimdeki yöneticilerim ve iş arkadaşlarım tepkilerimi hep ve sadece boşanma sonrası mutsuzluk olarak yorumladılar. Oysa bendeki büyük değişikliğin nedenini fena halde ıskaladılar.

Bugün iyi kız ve kötü kız çok iyi arkadaş oldular. Her konuda anlaşıyor, el sıkışıyor ve ortaya çıkan sonuç nedeniyle de birbirlerini kutluyorlar. İyi kız iş aramaya başladı, kötü kız bu süreyi 3 farklı projeyle değerlendiriyor, para bile kazanıyor. İyi kız ailesiyle nasıl bir ilişki kuracağını öğrendi, kötü kız ise istemediklerini kırmadan söylemeyi.

İlk kez benim için insanlar bu kadar endişeleniyor (işim yok, kocam yok, ne yer ne içerim???) Oysa iİlk kez cildim bu sağlıklı, vazgeçtiklerim için ilk kez içim bu kadar huzurlu ve ilk kez kendimi bu kadar üretici hissediyorum. Ve ilk kez oğlum benim için bu kadar sık sevgi ifadeleri kullanıyor...okuduğu kitaptan ya da yapmakta olduğu legosundan başını kaldırıp onu doğurduğum için bana teşekkür ediyor...

4 Kasım 2010 Perşembe

ÇOCUK GÖZÜYLE

8 yaşındaki kızım da bu blogda yazmak istedi. İşte hayata çocuk gözüyle bir bakın!

BEN
Hiçbir kimse bana benzemez
Herkes kendine benzer
Dışı kötü, içi iyi olabilir
Ama hiçbir zaman dışa bakmamalıyız

SEN VE BEN
İyi arkadaş
İyi dost olur
Ayrılır sonra
Geri gelir

AİLEM
İyi, kötü olabilir
Çok da iyi olabilir
Ama her zaman ailede önem ve saygı vardır
Yani aile ailedir
Sorunlar hep çözülmektedir
Yalnız olsak olmaz
Herkesin bir ailesi vardır

CUMHURİYET
Cumhuriyet özgürce yaşamak
Kendi seçimlerimizi yapmak demek
Cumhuriyete önem verilmeli
Cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk kurmuştur, savaşmıştır
Tabii cumhuriyet olmasaydı hep padişahlık olacaktı
Ondan Atatürk'e teşekkür etmeliyiz

Hayat Neden Bu Kadar Zor?

Bu hafta hiç tanımadığım bir kadın bana dönüp “Hayat Neden Bu Kadar Zor?” diye sorunca önce bir an durakladım ve sonra şu cevabı verdim. Bu zorluklar esasında bazı şeyleri daha net görebilmek ve anlayabilmek için karşımıza çıkıyor. Emin olun ki bir an gelecek ve siz hayatınıza beyaz bir sayfa açacaksınız.

Hayat bazen çok güzel bazen de gerçekten çok zor olabiliyor. Öyle bir an oluyor ki, dünyanın en mutlu insanı oluyorsunuz. Bu hafta çok sevdiğim bir arkadaşımın ikizleri oldu. Hastane odasına girdiğimde gördüğüm en güzel resmi görmüştüm. Annenin bir tarafında oğlu Berk diğer tarafında kızı Melis yatıyordu. Bebeklerin keyfine diyecek yoktu, anne ise çok derin bir mutluluk ve huzur içindeydi. İşte on an, anların en güzeliydi. Huzur, sevgi ve mutluluk bir aradaydılar.

Geçen hafta ise çok sevdiğim bir arkadaşımın annesi, sevgili Ayla teyze vefat etmişti. O da anların en zor olanıydı. Arkadaşım annesini aniden kaybetmişti. Hayata isyan etmek yerine arkadaşımın yüzünde huzur ve sevgi vardı. Annesini annesinin isteyeceği gibi uğurluyordu. Onunla vedalaşamamıştı ancak o biliyordu ki annesi onunlaydı. İşte ben de o gün aynı hissler içindeydim. İçimde derin bir huzur ve sevgi vardı.

Hayatta yaşadığımız anlara nasıl baktığımız önemli. Hayat Neden Bu Kadar Zor? diye sormak yerine belki hayat şu anda sizden içinde bulunduğunuz durumu incelemenizi istiyor. Şu anda gerçekten önemli olan şey nedir?

2 Kasım 2010 Salı

Rüzgar Kesildi...


Rüzgar kesildi.

Kaptan “ Motoru çalıştırmalıyız “ dedi. Sözleşmiş gibi hepimiz birden “hayır” demişiz. Motoru çalıştırmak demek bir yere doğru gidiyor olmak demek ya, yine bir hedef koymak demek ya ? Belli ki o an herkes orada olmaktan o kadar mutluydu ki, kimse “bir yerlere” gitmeyi istemedi. Amaçsızca salınsın istedik tekne denizde. “Bırak “ dedik kaptana, nereye gittiğimizin önemi var mı ?

Yeni boşanmış bir arkadaşım “Evliyken sürekli bir yerlere yetişme telaşındaydık. Şimdi bakıyorum da yetişecek hiçbir yer yokmuş aslında” demişti geçenlerde bir sohbet sırasında. Vay be dedim içimden. Gerçekten de öyle olduğunu o söyleyince anladım.

Bazen durmak lazımmış, sadece durmak. Hiçbir şey yapmadan ve düşünmeden sadece durmak. Şimdi aklıma geldikçe bunu deniyorum. Tabii eninde sonunda herhangi bir düşünce takılıyor bir yerlere ister istemez ama hemen kovalıyorum dallanıp budaklanmasına izin vermeden. Ve buda beni kendi sesimi bulmaya yaklaştırıyor galiba. Bilmiyorum. Deniyorum. Bakalım ne olacak? Ama bir şey var söylemek istediğim. İnsan ilk anlarda kendi sesini duymaya başladığında önce rahatsız edebiliyor duydukları. Ama zamanla alışıyorsun.

Kolay değil 40 yıllık suskunluktan çıkıyorsun. Daha neler duyacağız bakalım ?

Sevgiyle kalın.