9 Aralık 2011 Cuma

Geride bıraktığım 40 sene ve yeni bir güne merhaba


Yeni bir güne sizlerle birlikte merhaba demek istedi içim. Hatta kollarımı yanlara açıp, kanatlarım varmışcasına kalbimi de açarak hayatı kucaklamak istedim. Atalyöye geldim. Müziği açtım. İçim içime sığmıyordu.  Bir yandan evrenin enerjisi (yarın ay tutulması gerçekleşecek ve duyguların çok yoğun olduğu günlerdeyiz) bir yandan benim enerjim senkron gidiyordu adeta. Duygularımın dorukta olduğu şu anda bu yazımı sizlerle paylaşmak istedim.

40 yaş ... 40 yaş sendromu derlerdi ... Anlamazdım. Hatta hiç unutmuyorum sevgili Zehra ablam 40 yaşında çok farklı hissedeceksin demişti. Neydi bu 40 yaşın farkı? Diğer yaşlardan var mıydı bir farkı? Eşimin bana doğum günümde hediye ettiği kitaptaki yazısında şöyle yazmış “Sen 40 yaşını çok önemsiyorsun . Evet senin için bir metamorfoz dönemi oldu bu, ama 40 olduğundan değil. Daha önümüzde inşallah çok uzun yıllar var. Bu daha yolun yarısı bile değil.” Benim için yaşın öneminden çok gelinen dönüm noktalarından birisiydi sanırım. Katıldığım bir eğitimde hayattaki önemli dönüm yaşlarını dile getirmişlerdi. 38 yaş bir dönüm noktasıydı. Bendeki transformasyon da 38 yaşında başlamıştı zaten. Bir insan iki sene içerisinde değişir mi? Yakınımdakilerin dediğine göre evet. Bu belki dışarıdan değişim gibi gözüksede, esasında içinde sana ait olanın dışarıya çıkması, özüne dönmen. 

En yakınımda 40 yaş dönemi sevgili abim Semih ile başlamıştı. Gerçekten hayatında bir dönüm noktasındaydı. Sonra etrafıma, en yakınımdakilere bir baktım ... 40 yaşına yaklaşan bütün arkadaşlarımda bir transformasyon başlamıştı. Onlar da yanlız değillerdi çünkü bu değişim sadece yaşdan ibaret değildi,  tüm dünyada bir dönüşüm yaşanıyordu. 2012 ile sevgi çağına adım atıyorduk. Eski alışkanlıklar, düşünceler bir bir değişiyordu. İlk başta bana acaba neler oluyor derken etrafımda diğer insanları görünce büyük bir rahatlama meydana geliyordu.

Şimdi yanımda beni çok seven insanların hazırladığı bir kitap var. Yazılar, fotoğraflarla süslenmiş. Kitabın ismi ise “Semin’in Aynası”. Kitabın arkasında canım eşimin yazısı var; “40 yıl olmuş ...Seninle bu dünya güzelleşeli. Senin yaşadıkların değil sana bu dünyada yerini veren, yaşattıkların, hissettirdiklerin, bıraktığın izler ... İşte sana bir ayna. İzlerin sadece birazı ... Sen de bak ve gör ne kadar güzel olduğunu.”

Bu kitabın içerisinde yer alan almayan  hayatıma girmiş bütün insanlara çok ama çok teşekkür ederim. İnsanın alabileceği en güzel hediyeyi aldım ben. Aramızda kilometreler olabilir, çok uzun zamandır görüşmüyor olabiliriz. Ancak şunu biliyorum ki hepinizin anıları benimle. Bilinki kalp kalpleri hisseder :)  Kalp bazen kırılır ve bir daha eskisi gibi hissetmek istemez desek de kalp esasında sıcak ve nötürdür. İçi sevgi doludur. Ne zaman kendimizi, etrafımızı affeder ve dramalarımızdan kurtuluruz işte o zaman özümüze döneriz. Özümüz sadece sevgiden ibarettir. Kalpten söylenen bir kelime direk kalbin içine girer. Bir besin gibi. Bu sevgi ruhu besler.

Sevgili dostlarım ruhunuzu beslemeyi unutmayın. İyi ki hayatıma girdiniz ve varsınız. Sizi çok seviyorum. 

8 Haziran 2011 Çarşamba

10 "ANNE" YAŞIMDAYIM

Son bir haftasını neredeyse sürekli ağlayarak ve mızmızlanarak geçirmiştim hamileliğimin. Endişe değildi hissettiğim; merak, beklemenin verdiği sıkıntı ve sabırsızlıktı hissettiklerimin nedeni. “Nereden anlayacağım geleceğini?” diyordum, “Ben nerede olacağım o gelmek istediğinde?”... Nerede olabilirdim ki, elbette seninle beraber olacaktım, sana en yakında ben olacaktım. “İçinde kalmayacak ki, nasıl olsa çıkacak” diyordu baban. Yüzünden çok ayaklarını merak ettiğim bebeğim, 10 yıl önce bu akşam gelmeye karar verdin. Sabaha kadar debelendin, debelendin...üç kişi beraber debelendik. Ertesi sabah, daha seni kollarıma almadan, biraz sonra seni görecek olmanın heyecanıyla, ameliyathane çıkışında hüngür hüngür ağlıyordum.

Geçtiğimiz 10 yılda bir çok kez yeniden içime sokmak istedim seni...kimi zaman sevgiden, kimi zaman yılgınlıktan. Ne olursa olsun sana her bakışımda içimden bir parça oynadı yerinden. Senin bana her bakışında ise içim parçalandı her yerinden, kimi zaman içime sığmayan sevginden kimi zaman vicdan azabından.

Ben hayatta en çok anne olmakla öğrendim, en çok anne olmakla büyüdüm. Senin bana bakışında, bana gülüşünde gördüm kendimi en düz aynalarda. Bana söylediğin hecelerde, sözcüklerde duydum kendi sözlerimi. Bana sarıldığında hissettim tenimi. En çok sen acıtabildin canımı ama en çok da sen geçirdin canımın acısını. En çok sen öğrettin bana zamanın anlamını, değerini; her gün öğrendiklerinle öğrendim ben de, her gün yapabildiğin yeni şeylerde farkettim insanın neleri yapabildiğini. Sen adım attığında farkettim yürüyebildiğimi, sen cümle kurduğunda farkettim konuşabildiğimi, sen okumayı söktüğünde farkettim benim aslında herşeyi okuyabildiğimi. Sen arkadaşlar edindikçe farkettim arkadaşlarımı benim için ne ifade ettiğini, sen seçimlerini yaptıkça farkettim ben kendimin nelerden hoşlandığımı....

Senden bütün gördüklerim her zaman mutlu edemedi beni. Sen attıkça o şen kahkahanı, ben farkettim artık artık hesapsızca gülemediğimi. Kıskandım senin kahkahanı ama senin gibi kahkaha atamadım yine de. Büyüdükçe senin de kahkahalarının azaldığını gördüm üzülerek. Her duyduğumda ise, “hala aynı şekilde gülebiliyor işte” diye sevindim. Senin kahkahaların sayesinde öğrendim karşımdaki insanın samimi olup olmadığını ayırt edebilmeyi.

En önemlisi, sonunda ben de öğrendim kimseyi sahiplenemeyeceğimi; özgür bırakmanın ve özgür kalmanın sevgiyi beslediğini. Yanyana olmayınca, dipdibe durmayınca sevginin büyüyebildiğini.

Yarın sabah sevgili oğlum, 10 yaşını dolduruyorsun. Ben de seninle birlikte kendi 10 yaşımı kutluyorum, bir kadın, bir insan, bir evlat, bir arkadaş, bir yetişkin olarak 10 “anne”yaşımı.

Nice 10 yaşlarımıza...iyi ki doğdun, iyi ki beraber doğduk...


18 Mayıs 2011 Çarşamba

Bilgisayarıma Güle Güle Demek İstiyorum!


Dizüstü bilgisayarım: hayatımın önmli bir parçası. Ama onu seviyor muyum? Hayır. Üstelik çok eskidi, klavysinde sorun var. E harfini yazmakta zorlanıyorum. Çok kuvvetli basmam gerkiyor ki çıksın. Tüm bunlara rağmen onu kullanmaya dvam ediyorum.

Bilgisayarım bana finans günlerimden kalma. Bundan tam 5 yıl önce almıştım. İçinde hala o dönm satışta olan şirktelerin bilgileri, yatırımcı sunumları vs. var. Onları topladım ve eski dosyalar adı altında bir çukur kazıp oraya gömdüm. Görünürde hiçbir şy kalmadı o eski günlerden. Hiçbir şirket değerlemelerinin olduğu excl dosyaları, sektör ve şirktleri anlatan yatırımcı sunumları, teaser dediğimiz yatırımcının ilgisini çekmek üzre hazırlanmış firma briefleri. Onlar ortada yok ama o kocaman ağır, siyah-gri, klavysi bozuk, bir bilgisayar hala var. Neyi saklıyorum? Kimi kandırıyorum? Her açtığımda bana içindn rakamlar fışkıracakmış hissini veren, zihnimi yoran, kalbimi susturan aynı bilgisayar…

Elimin altında her an kullanmaya başlayabilecğim hafif, incecik, şık dsign bir “elma” olmasına rağmen neden ben hala bu külüstürü hiç de haz duymadan kullanmaya devam ediyorum? Bir değişim koçu olarak, insanların değişim sürçlerine ışık tutuyor, yolculuklarına yoldaş oluyorken, kendim bir bilgisayarı bile değiştirmekte aciz kalıyorum? Üstelik koca bir yaşamı 13 snelik bir kariyeri elimin tersi ile itip yepyeni bir sayfa açabilmiş ve herşye sıfırdan başlamayı, yine öğrenciliğe dönmeyi ve tırnağımla kazmayı göze alabilmişken?

Bu bilgisayar bir alışkanlık, eski bir alışkanlık. Kör topal dvam ediyor. Tamamen bozulana içindeki eski yeni herşey uçana kadar mı gidecek böyle? Böyle mi olmalı?

Eskiyen, alışkanlık haline dönen ve bana haz vermyen hatta enerjimden çalan yaşamımdaki herşey ve herkes için soruyorum kendime: Ne zamana kadar onlarla yaşamaya devam edebileceğim, etmeliyim? Bu bir sabır işimi, tembellik belirtisi mi, boşvermişlik mi yoksa korku mu?

Ben Pazartsi itibariyle eski külüstür bilgisayarımdan ve içinde çoktan kapadığım finans dosyalarımdan kurtulacağım. Haftaya yepyeni, kapağını açarken yüzümü güldüren, kalbimi açan bilgisayarımla başlayacağım. Sonrasında da diğer son kullanma tarihi geçmiş alışkanlıklarımın çaresin bakacağım…

26 Nisan 2011 Salı

Seçmek Özgürlük mü, Esaret mi?

Bilmem kaçımız farkındayız; fırsatlar ve seçenekler okyanusundayız hepimiz. “İstersen herşey mümkün, yeter ki iste” klişesinin altında yatan durum. Evren sınırsız seçenek ve kaynak sunuyor bize. Biz ise bu engin denizde kimi zaman olduğumuz yerde duruyor, sadece dibe batmamak için gereken minimum çabayı sarfediyor, başımız suyun üzerinde nefes alalım yeter diyoruz.

Neden yüzmüyoruz? Yüzmek daha fazla çaba, daha çok enerji sarfetmek demek. Onu göze aldık diyelim, ama asıl sorun: Yüzmek seçim yapmak demek. Hangi yöne doğru yüzeceğine karar vermek. Diğer yönlerden en azından o kararı verdiğin an vazgeçmek demek. Yüzeceğin yönü gerçekten istediğine ve seçimine yürekten inanmak demek. Aklının başka yönlerde kalmaması demek. İşte bu seçim kimine o durduğu yerden kurtulmak yani özgür olmak hissi verirken, durduğu yerde “böyle iyi, en azından zihnimi ve bedenimi çok yormuyorum, belki rüzgar çıkar dalgalar önüme güzel bir şeyler getirir ruhum da beslenir” diyenler içinse bir esaret. Ya diğer yönlerde daha enteresan bir şeyler varsa, ya tüm bu kulaçları boşa atıyorsam, ya asıl kısmetim beni aksi yönde bekliyorsa, ya onca sene durduğum yerde az daha dursaydım o kısmet önüme gelecek idiyse, ya yaptığım seçimden, verdiğim karardan pişman olur ama geri dönemezsem… İyisi mi ben bu okyanusta durmaya devam edeyim ve benim için hala tüm fırsatlar ve seçenekler daim olsun. Aslında bu da bir seçim değil mi? Seçmemeyi seçmek.

Seçimle gelen özgürlük… Peki bu nasıl oluyor? Bu özgürlük hissine zihin, beden, kalp ve ruh bütünlüğünde seçim yapılınca ulaşılıyor. Kişi, en doğru seçimi yapmak adına alternatif yönleri analiz etmek yerine, içine döndüğünde kendine ne istediğini, neyle mutlu olduğunu, nasıl bir güne her gün heyecanla gözünü açacağını, neyin onun için anlamlı olduğunu, kendini nasıl bütün hissedip en iyi şekilde ifade edebileceğini ve içindeki hazineyi hangi amaç ve kimler için bu dünya getirdiğini sorduğunda o “en doğru” yön beliriyor. İşte seçim böyle netleşiyor, netlik özgürlük getiriyor.

Ve bu sadece bir yön, yüzmeye devam, bitiş çizgisine gelmedik ki. Muhtemelen yüzerken bu yön bize bambaşka seçenek ve fırsatlar çıkaracak ve biz yine içimize dönüp aynı soruları sorarak yön seçip yol almaya devam edeceğiz. Bu seçimde sadece özgürlük değil, kutlama da var. Seçim yapan ve seçtiği yolda ilerleyen arada bir durup soluklanmalı ve geriye bakıp katettiği yolu önemsemeli, kendini cesaretinden, inancından, vizyonundan, kararlılığından, çalışkanlığı ve azminden dolayı kutlamalı. İşte bu takdir ve kutlamalar da ona bir sonraki kulaçlarında yakıt olmalı. Yoksa ruh yakıtsız, beden enerjisiz kalırsa yol nasıl alınır?

En doğru seçim diye de bir şey yok. Sadece o an için aslolan var. Ve yaşam dinamik, yol uzun, seçenek çok… Yeter ki bir duba gibi olduğumuz yerde saplanmış kalakalmayalım. Ya da her esen rüzgarla oradan oraya savrulmayalım. Nasıl bir okyanustayız fark edelim, isteyelim ve istemekle yetinmeyip istediğimizi seçelim ve o okyanustaki sisteme güvenelim. Ruhumuzu özgürleştirelim.

O halde siz neyi seçiyorsunuz? Özgürlüğü mü, esareti mi?

7 Nisan 2011 Perşembe

DUYGU AĞACI


Uzun zamandır yazamadım blogumuza. Paylaşılacak çok şey var J

Son üç gündür kızımla inanılmaz bir iletişim içerisindeyiz. Yoga hocam Didi Uttama ile yaptığım bir konuşmada bana çocuklarının söylediklerine kulak ver demişti. Bu söylediği kulağıma küpe oldu ve Lal ile olan konuşmalarımıza daha dikkat etmeye başladım.

Bir akşam uykuya geçmeden önce kızım bana “anne sen neden çocuk yogası dersi vermiyorsun” diye sormuştu. O anda iç sesim konuşmaya başlamıştı “sahiden neden çocuklara yoga dersi vermiyordum, neden bir türlü başlayamıyordum. Sonuçta on seneye yakın çocuk konusunda çeşitli projelere imza atmıştım, kendi çocuklarım vardı. TEGV parkında çocuklara bir dönem yoga yaptırmıştım. Şimdi ise sertifikalar arasına yeni bir sertifika eklenmişti “Çocuk Oyun Yogası”. Bu sorunun cevabını ertelemeye karar vermiştim ki, bir kaç hafta sonra bu soru tekrar farklı bir şekilde karşıma çıkana kadar.

Bir kaç hafta sonra Lal tatile girdi ve yoga derslerime katılmak istediğini söyledi. Yetişkinlerle birlikte nasıl olacaktı bilemiyordum ancak belki o bize bir şeyler öğretecekti...

Cumartesi günü arabada giderken Lal “inşallah dersine kimse gelmez ve ikimiz ders yaparız” dedi. Kalbinden ne dilediğine dikkat et çünkü gerçekleşir derler ve derse kimse gelmedi J İşte kaçtığım çocuk yogasını deneyimlemem için evren bana imkan sunmuştu. Bu an o andı ... O ana odaklandım ve tamamen kendimi akışa bıraktım. Yanıma boya kalemleri ve kağıt almıştım. Hadi resim yapalım, şu andaki hislerimizi kağıda aktaralım dedim. Kızım Lal inanılmaz anlamlı bir resim çizdi. Adı “Duygu Ağacı”. İki ağaç ve yanlarında kanatları var. Bu iki ağaç çok renkli, ortası mor ve etrafında ışık var. Bu resmi görünce tüylerim ürperdi ve hala çok duygulanıyorum.

Kızım bana bu yolculuğumda sanki rehberlik ediyordu. Bana inanıyor, içimdekinin ortaya çıkması için çaba sarf ediyordu. Onun yardımını kabul ederek bu yeni yolculuğuma yelken açmaya karar verdim.

Bu sırada son iki derstir birlikte yoga yapıyoruz. Demek ki derslere bu sıra kimsenin gelmemesi gerekti J Bana oyunlar öğretiyor, resim çiziyor, sohbet ediyoruz.

Sanırım çocuklardan öğrenecek çok şeyim var J Eminim sadece yanlız ben değilim. Çocuklarımıza veya kendi etrafımızdaki çocuklara açık olalım. Onları can kulağımızla dinleyelim ... bakalım bize anlatacakları neler var?

7 Mart 2011 Pazartesi

Coming Into You


You open your eyes
And start to see
Standing at the treshold
Trying to figure out where to be
All the queries in your mind
Yelling at you
And you're trying to find a way
Of coming into you

23 Şubat 2011 Çarşamba

5inci Viteste Hayat

Bugün kendimle ilgili yeni bir şey farkettim, daha doğrusu eski bir yönümle yeni yüzleştim:

Sonuca odaklandığım ve aksiyonda olduğum zamanlarda (birçok liderlik teorilerinde ortak özellik olan) SAVAŞÇI kimliğime bürünüyorum (buraya kadar anormal bir durum olmayabilir). Ancak hedefle ilgili süre azaldıkça, bu "sürekli eylem" durumunda olmak, yapılacaklar listesiyle yaşamak, zamanı dakikası dakikasına verimli kılmaya çalışmak ve mükemmel bir sonuç için insanüstü bir çabaya girmek beni ben olmaktan çıkarıyor. Mekanikleşiyorum. Katılaşıyorum. Uzaklaşıyorum.

Yazdığım e-maillerin tınısından, yüzümdeki ifadeye; giydiğim kıyafetlerin renginden, saçım ve makyajımdaki özene kadar değişiyorum - olumsuz yönde. Uykuda geçirdiğim zaman günde ortalama 4 saate inerken, araba kullandığım anları bile bir yandan işle ilgili telefon görüşmelerimi yaparak son derece verimli hale getirdiğime inandırıyorum kendimi. Haftada en iyi ihtimal 2 günümü ayırabildiğim sabah yürüyüşlerimde bile partnerimle ya da kimse yoksa telefonumun diğer ucundaki kişiyle de bir sürü şeyi aradan çıkarmaya kalkıyorum. Vücudum bitkin düşerken zihnim ağırlaşıyor, enerjim tükeniyor ve ben bu mesajları bir şekilde alamıyorum.

Sonra 8 yaşımdaki kızım gelip bana "Anne seni bu aralar gergin görüyorum, yine yoga yapsana" diyor. Ve bana öyle bir ders veriyor ki dünyalara bedel: Dengeni kaybettin! Zihin, beden, ruh bütünlüğünü koru! Ne yapıyorsan ya da yapmıyorsan buna son ver, sana yaramıyor!

Hep 5. viteste gidemeyiz ya? 5te kalsak yine bir derece...sürekli ivmelenen bir hızda...Nereye kadar? Hangi duvara toslayıp neremize hasar verene kadar? Ya çevremizdekiler? Biz hedefe kilitlenmiş tozu dumana katarak giderken onlar da nasiplerini alıyorlar. Sonra içlerinden bir bilge çıkıp sana "Aşırı hız öldürür" diyor...ve sana öyle bir ayna tutuyor ki baktığında kendini değil dönüştüğün bambaşka bir yaratığı görüyorsun...ve ani bir fren yapıp duruyorsun...kendine geliyorsun...ve şükrediyorsun: Allah'a, ulağına ve mesajı anlayabilmiş olduğuna...
Sevgiyle kalın...
ama gerçekten sadece kalın....



12 Şubat 2011 Cumartesi

Ölmeyin

Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler okumayanlar,
Müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoş görmeyi barındırmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
İzzet-i nefislerini yıkanlar
Hiçbir zaman yardım
İstemeyenler.
Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklara esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyen,
Veya bir yabancı ile konuşmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler
İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
Görmek istemekten kaçınanlar
Yavaş yavaş ölürler.
Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup istikamet değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin
Dışına çıkmamış olanlar.
Yavaş yavaş ölürler...

Pablo Neruda

1 Şubat 2011 Salı

Doğru - Yanlış, İyi - Kötü

Farkettim de eskiden duyduğumda çok üzüleceğim şeylere artık eski tepkilerimi vermiyorum. Tersi de geçerli. Sevinçten havalara uçacağım bir olayı, şimdi yüzümde bir tebessüm ile daha serinkanlı karşılıyorum.

Ne oldum ben dedim önce. Kalpsizleştim mi? Bu tepkisizliğin altında yatan ne? Yoksa bu da bir bakıma tepki mi? Sonra farkettim ki zihnim artık çift yönlü +/- li düşünmeyi bırakmış. Kalbim devreye girmiş. Açılmış ve olanları görüyor, kucaklıyor, kabul ediyor ve geçiyor. Neye üzülmeli, neye sevinmeli ki? İyi ne, kötü ne? Kötü görünen aslında çok iyi olaylara gebe olmaz mı kimi zaman? Başta sancılıdır belki ama yarattığı farkındalık beraberinde olumlu değişimleri getirmez mi? Dibe vurmalar, duvara çarpmalar, uçurumun eşiğinden dönmeler diye adlandırılan bu kriz dönemleri bir uyandırma servisi görevini görüp bizi silkelerler aslında kendimize gelmemiz, kendimizi bulmamız ve kendimizi yaşamamız için. "İyi ki geçirmişim o günleri, o günler beni bugüne getirdi" dememez miyiz, eğer bu uyandırma servisinden yararlanabilmeyi bilmişsek? Ya da duymuşsunuzdur: "Allah bir yandan alsa da diğer yandan veriyor" diyenleri.

Dibe vurduğum da oldu, duvara tosladığım da. O günler çok geride kaldı artık. Sağım, solum önüm, arkam aydınlık. Dediklerime örnek olarak sarsıntılı bir dönemimi değil bundan 5-6 ay önce yaşadığım minik bir olayı aktaracağım ki bir çok kişi için bu da başta son derece olumsuz algılanılabilecek bir olay: Aylardır katılmak için sabırsızlıkla beklediğim Brüksel'de açılacak olan Coming Into Your Own programı (detaylar icin bkz
www.burcuyalman.com ) daha ileri bir tarihe ertelenince benim hem bu yüksek beklentilerim olan programı deneyimleme hem de onu İstanbul'a getirme konusunda girişimde bulunma hayallerim suya düşmüştü. Bildigim bir sonraki program 6 ay sonra Afrika'daydı ve oradaki lider herhangi bir işbirliği konusunda yetki sahibi değildi. Program ücretini son 3 aydır biriktirerek ancak denkleştirmiştim ancak şu anda katılacağım bir program yoktu. Bunu bildirirken program lideri de son derece üzgündü. Ama nedense ben o kadar üzülmedim. Hatta hiç üzülmeyip, lideri mahcup olmaması yönünde ikna etmeye çalıştım. Sonra ne mi oldu? Bir hafta geçmeden ABD'den fakülte liderleri benimle temasa geçip 1 ay sonra Kaliforniya'da yapılacak programa beni davet ettiler. Böylelikle ben hem çok merak ettiğim bu programa davetli olarak katılacak ve masraflarımı minimize edebilecektim, hem muhtemel bir işbirliği için son sözü söyleyecek kişilerle tanışma fırsatım olacaktı, hem de 5 yıl ABD'de yaşamama rağmen göremediğim San Francisco'yu en nihayet görecektim. Herşey mükemmel geçti. İnanılmaz bir program yaşandı, sadece 3 günde hayat boyu sürecek dostluklar kuruldu. Ve ben ayrılırken hem programın benliğimdeki etkisi, hem kalbimde yeni dostlarımın sevgisi, hem de beraberimde İstanbul programının taslağı ile dönüyordum. Bundan sadece 4 ay sonra İstanbul hayalini gerçekleştiriyorduk: 3-6 Mart 2011 tarihlerinde burada da CIYO tohumlarını atıyor olacağız.

Şimdi siz bir düşünün: en son ne için doğru/yanlış yorumu yaptınız? Hangi olayı kötü ya da iyi olarak algıladınız? Gerçekten doğru/yanlışı, iyi/kötüyü nasıl ayırdediyor, neye ve hangi zaman dilimine göre karar veriyorsunuz? Geçmişteki tecrübeler mi, o anda yaşananlar mı, yoksa gelecekte tahmin ettikleriniz mi sizi yönlendiriyor? Peki bunların hangisi kesin bir kanıya varmanız için yeterli? Belki de bilgiyi geçmişte, gelecekte ya da anda olanlarda değil içimizdeki sezgilerde aramalıyız. Hiç düşünmediğimiz, çoğu zaman yadsıdığımız bu bilgi aslında en değerli, en güçlü evrensel bilgi değil mi? Sezgilerimiz, herhangi bir prosesten geçirilmemiş anlık hislerimiz belki de bizim evrensel bilgi ve iradeye açılan kanalımız değil mi? Karşılaştığımız olaylarda, herhangi bir yorum yapmadan evrenin bize ne tür bir bilgi/öğreti iletmek istediğini soruyor olmak, belki zor olanı seçmek, bizi asıl gerçeğe götürecek bir bakış açısı değil mi?

25 Ocak 2011 Salı

Hayal Peşinde Koşmayı Bırak Kızım


“Ay n’olucak bu çocuğun hali, hayal dünyasında yaşıyor !” Bu lafı kaç kişi duymuştur acaba ebeveynlerinden ?

Korsan olmak isterdim çocukken, anne, doktor yada gelin olmak isteyen diğer kız arkadaşlarımın aksine. Tahtadan kılıçlar yapardım kendime. Şüpheyle bakarlardı bana onlar bile. Kalıpların dışında bir şeydi çünkü. Hayal kurarken bile kalıplı kuruyoruz ya çünkü. Sonra motorla dünyayı dolaşmayı hayal ettim. Motor mu ? Dünyayı dolaşmak, hem de kız başıma. Allah muhafaza ! Öyle şeyler sokma aklına. Onun yerine bisikletle mahallede dolaştık durduk dolap beygiri gibi.

Ben hayal dünyası oldukça renkli bir çocuktum. Kendime dünyalar kurar ve o dünyalara sıkça gider gelirdim. Gidişlerim kendi rızamla, dönüşlerim annemin “ kızım geri dön her neredeysen ” uyarısıyla olurdu. Ve her geri dönüşüm beni o rengarenk hayal dünyamdan uzaklaştırdı, zamanla yollar kapandı. Hayal kurmayı bırakmalıydım çünkü hayal kurmak karın doyurmaz yada sana iyi bir koca getirmezdi. Bende öğretilmiş, herkes tarafından bilinen güvenli hayaller kurmaya başladım, toplum tarafından onaylanmış, uygun görülen hayaller; ev, iş, araba, koca, vs...

Bıraktım hayal kurmayı. Okudum, çalıştım, evlendim, çalıştım, çocuk doğurdum, çalıştım...çalıştım... Bir şekilde hayallere(!) ulaşıldı. E peki sonra ? Sonra bu çarkın dönüş hızını biraz yavaşlatmaya karar verdim. Yeniden hayal kurmaya başladım. Dünyalar yarattım kendime. Başka başka karakterler oldum o dünyalarda, belkide kendim oldum. Nefes almaya başladım yeniden.

Hayal kurmayı bırakmak renklerden vazgeçmek gibi bir şey. İnsan hayatında renk olmadan yaşayabilir mi ?

Ben yeniden hayal kurmaya 39 yaşımda başladım. Çok uzun zaman önce ertelediğim hayallerimin peşinden koşmaya başladım. Haliyle biraz kondisyon eksikliği yaşıyorum ! Geç mi kaldım ? Bilmiyorum ama denemeden kim bilebilir ?

22 Ocak 2011 Cumartesi

Bir fincan kahvenin büyüsü

Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” ya da “Kahve bahane, sohbet şahane”...her ikisi de ne güzel sözler. Sohbet şahane olunca haliyle dostluklar pekişiyor. Herkes birbirine yeni perspektifler kazandırıyor, yeni kapılar açıyor, fırsatlar sunuyor, mutlaka hayatınıza farklı bir tad geliyor. Bazı buluşmalar, sohbetler hayatınızın yönünü bile değiştirebiliyor. Herhalde şahane sohbetlere bahane olan kahvenin kırk yıl hatırı olmasının büyüsü de burada saklı.

Bir kahve teklifinin pek çok kapıyı açabileceğini düşünüyorum. Görüşmek istediğim, iş için bile bağlantı kurmak istediğim kişileri, konumlarına göre ya kahve içmeye davet ediyorum ya da kahve ziyaretine gelmek istediğimi söylüyorum. Galiba kahve sözcüğünün kendisi bile insanın için, ısıtmaya yetiyor. “Bir kahvenizi içmeye gelebilir miyim?” cümlesi her zaman “Sizi ziyaret edebilir miyim?” cümlesinden çok daha etkili oluyor. Ne de olsa kahve bahane değil miydi? O zaman da sohbet daha baştan şahane oluyor.

Geçen yaz, kısa bir süre önce tanımış olduğum, dostluğundan ve güleryüzlü yapıcı yaklaşımlarından çok etkilenmiş olduğum bir kişiyi, mesleği gereği ona danışmak istediğim bir konu için aradım. Bahane olarak kahve içmeye davet ettim. Kahve teklifime çok sevindiğini, ancak yeni öğrendiği hastalığı nedeniyle yurtdışına tedaviye gitmek üzere olduğunu söyleyen yanıtını aldım. Maalesef o kahveyi hiç içemedik. Cenazesi iki hafta önce çok soğuk bir günde, şiddetli yağmur altında kaldırıldı. O öğleden sonra kahvemi onu düşünerek içtim, ısındım. Hiçbir kahve buluşmasını ıskaladığım için bu kadar üzülmemiştim. O günden beri kahve sözlerimi ertelememeye daha fazla özen göstermeye başladım.

Bir süredir zamanım daha uygun olduğu için eski dostlarla kahve içme fırsatlarını daha kolay yakalıyorum. Bazen ben arıyorum bir şey danışmak için. Bazen karşılaşıyoruz, sözleşiyoruz, başka bir gün kahve içmek üzere buluşuyoruz. Her kahve buluşmasından sonra eski dostlarım yeniden ve kalıcı olarak hayatıma giriyorlar. Yeniden görüşmeye başladığım her eski dost ile çevremin genişlediğini hissediyorum.
Uzun zamandır görüşmediğim arkadaşlarımın çoğu şimdi kırklı yaşlarındalar. Hepsinde ayrı bir farkındalık gelişmiş durumda. Hepsi farklı yollardan gelmişler. Bazen kesişmişiz, bazen birbirimizi tamamlayabilecek olduğumuzun farkında bile olmamışız. Oysa şimdi birimizin zenginliği diğerinin eksiğini kapatıyor. Bir arkadaşım daha ben anlatırken telefonunu eline alıyor ve tam da altı aydır aradığım yaklaşımda olan piano hocası kuzeniyle konuşturuyor. Bir arkadaşıma çocuk kitabı yazarı bir başka arkadaşımdan bahsetiğimde o da aradığı çocuk filmi senaristini bulmuş oluyor (Şimdi ikisi beraber çocuklar için bir televizyon dizisi çekme hazırlığındalar, ben de onlara sponsor arıyorum). Bir arkadaşım benim ürettirmek istediğim bebeklerden bir başka arkadaşına bahsedince o da benim sorunuma çare olan kişinin telefon numarasını çıkarıp veriyor. Sosyal ağımız işte bu şekilde büyüyor. Biz de böyle büyüyoruz.

Ben, eski bir arkadaşımla içtiğim her kahvede kendimi zenginleşmiş hissediyorum. Siz de benimle bir kahve içer misiniz?





6 Ocak 2011 Perşembe

F Vitamini

Arkadaşlarımın hepsini bir araya toplasam bayağı kafası karışır herhalde
insanların. "Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim" lafının
anlamı kalmaz.

Neden hepsi birbirinden bu kadar farklı benim arkadaşlarımın?

Neden bazıları marjinal ötesi?

Biri arkadaşımsa diğeriyle nasıl anlaşabiliyorum? Neden kimse anlayamıyor?

Galiba onların hepsi içimdeki çok farklı "ben"leri gün ışığına çıkarıyor da
ondan.

Biriyle uslu, kibar kız oluyorum.

Diğeriyle küfürlü konuşup, abuk şakalar yapıyorum.

Biriyle oturup ciddi ciddi konuşuyorum.

Diğeriyle saçma sapan şeylere kıkırdıyorum.

Biriyle evde oturup çay içiyorum.

Diğeriyle bara gidip dans ediyorum.

Birinin derdini dinleyip öğüt veriyorum.

Diğerinin bana verdiği öğütleri dinliyorum.

Hepsi bir bulmacanın parçaları sanki, tamamlayınca ortaya bir hazine
çıkıyor. Arkadaş hazinesi!

Beni bazen benden daha iyi anlayan, iyi günümde, kötü gönümde beni yalnız
bırakmayan arkadaşlarım...

Hepsi farklı günlerde aldığım rengarenk anti-depresanlarım sanki.

Mehmet Öz'den yeni bir şey daha öğrendim. Arkadaşlar sağlık için de
faydalıymış. Şaka değil! F vitamini diyor Mehmet Öz arkadaşlar için.

(F "Friends"den geliyor.) F vitaminin sağlığımıza faydaları say say
bitmiyormuş...

Yapılan araştırmalara göre güçlü sosyal iletişim içerisinde olanlarda
depresyona girme ve ölümcül krizlerin oluşma riski azalıyormuş. Düzenli F
vitamini kullanmak sizi gerçek yaşınızdan 30 yaş daha genç hâle
getirebiliyormuş. Dostluğun sıcaklığı stresi azaltıyor, gergin olduğunuz
zamanlarda bile kan damarlarınızda pıhtılaşma ve kalp krizi geçirme riskiniz
yüzde 50 azalıyormuş.

Vay canına! Bilmeden yıllardır ne çok vitamin depolamışım vücudumda.
Yaşasın!

Ayrıca, hesap da doğru. 55 - 30 = 25! Ben kendimi tam 25 yaşında
hissediyorum. Kafa olarak ne bir eksik, ne bir fazlayım. (Bana kalsa hiç
büyümek istemiyorum ama bana kalmıyor!)

Neymiş yani, arkadaşlara çok önem vermeye, mümkün olduğunca çok bağlantıda
kalmaya, beraber her şeyin komik bir tarafını bulmaya devam.... Gülerken
ağzımızı kocaman açmayı da unutmuyoruz, uçuşan bütün F vitaminlerini
yutuyoruz (!)

4 Ocak 2011 Salı

I am responsible for what I see..

I choose the feelings, I experience

and

set the goals I'll achieve..

Everything that seems to happen to me I ask for, and receive as I have asked