28 Ekim 2010 Perşembe

Niyet ve Havaalanı

Hiç farkettiniz mi? Havaalanlarının enerjisi bir gariptir: Kimse özellikle orada bulunmak istediği için orada değildir; orada bulunmak bir seçim değil, bir başka seçimden doğan “sevimsiz” bir mecburiyettir. İnsanlar havaalanında bulundukları ana değil ya bir öncesine ya da bir sonrasına odaklanırlar: Yüzlerinde, hareketlerinde ayrılığın hüznü, kavuşmanın hazzı, seyahat etmenin heyecanı, uçacak olmanın korkusu, gecikmenin telaşı, ön sıralarda yer kapmanın aceleciliği, uykusuzluğun yorgunluğu, rötarların bıkkınlığı ya da duty free çılgınlığı okunur. Bir koşuşturmacadır gider.

Ortamdaki havasızlık, gri metalin hakimiyeti, uzayıp giden kuyruklar, kontrollerde bipleyen aletler ve sonu gelmeyen üzerinde ne var ne yoksa çıkarmalar... Tüm bu kaostan kurtulup uçağa bindiğimizde o sıkışık koltuklarda otururup yanımıza düşecek kişiyi merakla beklemeye başlarız. İşte genelde böyle bir enerji hakimdir havaalanlarında. Bu gri enerjiye kapılmak ya da kendi renkli enerjimizi yaratmak aslında bizim seçimimizdir.

Ben bugünkü uçak yolculuğuma kendi renkli enerjimi yaratmak ve korumak niyetiyle çıktım. Sabahın 5:00’inde evden çıkıp yoldan -işi aslında direksiyonda olmayı gerektiren-Mehmet Bey’i aldım. Direksiyonu bırakma niyetim olmadığını anlayınca şaşkın biraz da sıkılgan bir tavırla yan koltuğa oturdu. Ancak sabahın mağmurluğu ile biz daha TEM’e çıkmadan derin bir uykuya daldı. Öylesine ki çok geçmeden horlamaya bile başlamıştı. Eskiden bu duruma kıl olma potansiyeli yüksek olan bense ne yaptım biliyor musunuz? Sadece güldüm. Havaalanına geldiğimizde usulca Mehmet Bey’i uyandırdım. Ayrılırken teşekkür ettiğimde nedense o da bana teşekkür ediyordu.

Havaalanında her durduğum kontuarda, kontrolde gülümseyip günaydın dedim. Herkes de bana gülümsedi ve günaydın dedi. Uçağa gitmek için bindiğim otobüste yan koltuğa paketlerini yığmış bir beyefendi, ayakta onca kişi olmasına rağmen tüm paketlerini kucağına alıp bana yer vermeye kalktı (yoksa 40 yaş semptomu mu bu?) Asıl inanılmazını uçağa girince farkettim; biletim ekonomi olmasına rağmen yerim business’taydı. Check-in’imi yapan kişi bana bir “kıyak” yapmıştı!! Sonra komşum geldi. Hareket etmek üzereyken, kendisine gülümseyerek “iyi yolculuklar” dedim. O da döndü ve gülümseyerek bana iyi yolculuklar diledi.

O kadar uykusuzdum ki ilk defa uçağın havalandığını bile görmeden uykuya daldım. Ancak birazdan komşum beni uyandıracaktı! Kahvaltı servisini haber veriyordu. Sonrasında fındık ikramı yapıldı. Komşum bu sefer dişlerinden dolayı fındık yiyemediğini söyleyip kendisininkini bana verdi. Teşekkür ettim. 3 saatlik yolculuğun sonunda ayağa kalkmış başüstü dolabından çantasını alırken benim yukarıda bir eşyam olup olmadığını soruyordu. Gülümsemek, teşekkür etmek, nezaket göstermenin ötesine geçmeyen diyaloğumuzu yine birbirimize gülümseyip iyi günler diyerek noktaladık.

Münih havaalanındaydım. Transfer girişinde bir yığılma vardı. Derken yan taraf açıldı ve kendimi önlerde buluverdim. Kapıdaki görevli biletimin üzerindeki saati görünce “bunca saat kapıda beklemeyin, mağaza ve cafelerin olduğu kısım daha eğlencelidir” dedi, Tam dönüp gidiyordum ki “hazır buradasınız, pasaport işleminizi halledelim, sonra sıra beklemeyin” diye ekledi (!!)

Şimdi İstanbul – San Francisco yolculuğumun Münih molasındayım. Bir yandan kahvemi yudumluyor, bir yandan koşuşturan insanları izliyor, bir yandan da yaşadıklarımı sizlerle paylaşıyorum. İyi bir enerjiyi niyet ederek başladığım bu yolculuğum hiç zorlama olmadan akıp gidiyor.

Düşünüyorum da: Uyandığımız her yeni güne böylesine bir niyetle başlasak ve niyetimizi samimiyetle tutsak, her günümüz akarak geçmez mi? Hayatımıza bir akışkanlık gelmez mi? Bu denemeye değmez mi?

1 yorum: