22 Ekim 2010 Cuma

Kalbin Gözleri

Kişi ancak kalbi ile doğru görebilir;
Aslolan göze görünmez.
Antoine de Saint Exupéry – Küçük Prens

Algılarımızı 5 duyu organımızla sınırlamış, etrafımızda olup bitenleri görerek, duyarak, koklayarak, tadarak, dokunarak anladığımızı sanıyor, aslında pek de bir şey anlamadan ya da bizim blogun tabiriyle “farkında” olmadan yaşayıp gidiyoruz. Bir tek “gözümüzle gördüğümüze” “kulağımızla duyduğumuza” inanıyoruz. “Gözlerimin önünde cereyan etti olay” diyoruz. Hatta “Sana mı inanacağım yoksa gördüğüme mi?” diye çıkışabiliyoruz… Peki, biz buzdağının sadece suyun üstündeki kısmını görürken, göremediğimiz suyun altında kalan kısmına ne oluyor? Bütünün önemli bir parçası olan bu kısmı görmeden bilmeden gerçeğe nasıl erişiyoruz? Aslında görünenin temelinde o görünmeyen yatmıyor mu? Verilen her tepkinin, sergilenen her davranışın, sarfedilen her sözün altında bir his, bir düşünce, bir önyargı ya da varsayım, geçmiş bir tecrübe, öğrenilen, genellenilen, belki bir alışkanlık, barınmıyor mu? Peki biz bunları bilmeden nasıl gerçeğe hakim olduğumuzu düşünüyor ve hiç tereddüt etmeden yargılıyabiliyoruz?

Asıl gerçek bu görünmeyenlerde yatıyor, buzdağının altında. Onları görmek için de gözler yetmiyor. Görünenin altında yatan aslolana ulaştıran, gözden ve onu yorumlamaya çalışan zihinden de öte bir güç, bir yeti: İşte o da kalbimiz, kalbimizin gözü, kalbimizin zihni. Hisler ve sezgilerimizle o buzdağının altına dalabiliyor, ancak bu şekilde gerçeğin tümüne ulaşabiliyoruz. Fakat nedense bir çoğumuz hisleri dinlemeyi, sezgilere kulak asmayı zayıflık olarak görüyor. Kalbini açarsa gücünü kaybedeceğini, doğru karar veremeyeceğini, kalbinin kırılacağını ve üzüleceğini düşünüyor. Bir çoğumuz sadece görünene odaklanıp, görünmeyeni hisseden kalbin gücünün beş duyumuzu tamamladığı gerçeğini hala kabullenmek istemiyoruz. Acaba neden, neyi kaybetmekten korkuyoruz?

Ben bundan 3 yıl öncesine kadar pek kalbimin gözü kulağı olduğundan habersizdim. Kimi zaman kullanıyormuşum onları, ama farkında olmadan. 3 yıl önce yaşadığım sıkıntılı, sevimsiz bir tecrübeyi kalbimin gözüyle bakıp kulakları ile dinleyerek kendim için kazanca çevirdiğimi görünce değiştim. En azından artık bu yetimin artık farkındayım. Öncelikle kendime kalbimin gözleri ile bakmaya, iç seslerimi kalbimin kulakları ile dinlemeye başladım. Bu, beraberinde hala devam etmekte olan ve sanırım tüm ömrüm boyunca sürecek bir dönüşümü getirdi. Peki tüm bunlar bana ne kazandırdı? Bir ölçüde dinginlik, duyarlılık, empati, affedici olma, daha geniş açılı düşünebilme, kabul, akışa bırakabilme, denge ve istikrar.

Herkesin herkesi kalbinin gözlerini dört açıp izlediğini ve kalbinin kulakları ile derinden dinlediğini bir düşünsenize. O zaman ilişkiler nasıl olurdu sizce? Ebeveyn-çocuk, öğretmen-öğrenci, anne-baba, ast-üst, sevgililer, arkadaşlar, politikacılar arasındaki ilişkiler... Birbirimizle iletişimimiz, doğayla temasımız, evrenle ilişkimiz daha üst, daha empatik bir boyuta geçer, yoğun hisler yaşanmaz mıydı? Kendimizi etrafımızdaki herşey ve herkesle, evrenle ve ilahi güçle daha “connected” (yakın ve bağlı) hissetmez miydik? Tüm bunlar bize ve yaşantımıza nasıl yansırdı?

Haydi hep beraber kalbimizin gözleri ile de görmeye, kulakları ile de dinlemeye çalışalım. Ondan sonra bir de bakacağız ki kalbimizin ağzıyla konuşur olmuşuz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder